Cosmos: Bir Uzay Serüveni 11. Bölüm Önemli Bilgiler
Ölümsüzler (The Immortals)
Özet: Kozmosun bu bölümünde zamanı aşmanın ve geleceğe sesimizi duyurmanın hikayesi anlatılmakta. Gılgamış destanının hayret veren yönlerinden bahsederken bir yandan da binlerce yıllık bu destanın bizlere zamanı yok sayarak nasıl ulaşmış olduğuna da dikkat çekmekte. Radyo dalgaları ile yayınladığımız ilk mesajdan bahsederken aynı zamanda da uyduların nasıl çalıştığını temel olarak açıklıyor aslında. Evrende yaşamın nasıl çoğalabileceğini ve dağılabileceğini anlatmakta. Tüm bunlar dışında bence asıl önemli nokta ise neslimizin yani insanlığın göz göre göre dünyayı ve geleceğimizi nasıl yok ettiğimiz, dünyadaki geçmiş medeniyetlerin hiç birinin yok olma sebebi bu kadar açık ve anlaşılır değildi. Bizler felaketi kendimiz yaratıyoruz ve bunun farkındayız ama kısa vadede yüksek kazanç düşüncelerimizi mühürlemiş sanki.
Kozmos Bölüm 11
Zaman: Atalarımız zamanın akışını aya ve yıldızlara göre belirliyordu. 5000 yıl kadar önce Iraklı insanlar zamanı ilk kez saat ve dakika gibi daha küçük aralıklara böldüler. Şehir kavramı orada icat edildi, yazı yazmayı da orada öğrendiler. Yazmak binlerce yıl öteye ulaşarak orada yaşayanların zihinlerinde yankılanma gücü sağladı. Zamanın nehri boyunca sesini en uzun süre duyuran, tarihin ilk imparatorunun kızı Akad prensesi, ay rahibesi Enheduanna idi. Şiir yazmakla kalmayıp ondan önce kimsenin yapmadığı bir şey yaptı, eserlerine imzasını attı. Gerçekten kim olduğunu ve ne hayal kurduğunu bilebileceğimiz ilk insan o. Harikalar diyarının kapısından girmeyi düşlemişti. Bu Enheduanna’nın 4000 yıl önceden bize ilettiği “Yüce Gönüllü Kadın” başlıklı eserindendir.
Uruk yani Irak aynı zamanda bir kahramanın destansı yolculuğunun hikayesinin ilk defa yazıldığı yerdir. Gılgamış adında bir adam, zamanı yenmenin bir yolunu bulmak için evinden ayrılmıştı. Gılgamış ölümsüzlüğü arıyordu. Her yere baktı, bilgelikle doldu gizli olanı açığa çıkardı. Bize büyük tufandan öncesinin hikayesini anlattı. Başka hiç bir kralın benzerini yaptıramayacağı Uruk surlarını yaptırdı. Uruklu Gılgamışın hikayesini okuyun, her tür cefayı çekti, okyanusu ve engin denizleri aşıp güneşin doğduğu yere kadar gitti. Dünyanın uç noktalarına giderek ebedi yaşamı aradı. Gılgamış seyahatinde Utnapiştim adında bir bilge ile karşılaştı. Utnapiştim, Gılgamışa dünyayı yok eden bir tufan ve tanrılardan birinin kendisini ailesini ve hayvanları kurtarmak için bir gemi yapması talimatı verdiğini anlattı. Tufan efsanesine dair en eski kayıt eski Ahidde Nuh kıssası olarak yeniden anlatılmasından 1000 yıl önce Mezopotamya’da yazıldı. Yani Gılgamışın ölümsüzlük arayışında amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Gılgamış destanını hala okuyoruz böylece her okunduğunda yeniden hayat buluyor. O zamandan bu yana gelmiş geçmiş tüm kahramanlar da ilk kahramanın serüveninin izinden gidiyor. Bu da bir başka ölümsüzlük şekli. Binlerce yıllık bir yolculukla bir medeniyetten diğerine gönderilen bir hikaye. Yaşamda kendi hikayelerini milyarlarca yıllık bir yolculukla gönderiyor.
Her birimizin içinde taşıdığı bir mesaj var, vücudumuzun her hücresinde, her canlının okuyabileceği genetik kodlara sahibiz. Sadece 4 harften oluşan bir alfabe ile yazılır. Her harf atomlardan oluşan bir moleküldür. Her kelime 3 harflidir. Her canlı doğanın yazıp evrimin düzenlediği birer şaheserdir. Bu iki unsur yaşamın çetrefilli mekanizmasının işlemesini ve üremesini sağlar. Yaşamın temel mesajı 3 milyar yıldır tekrar tekrar kopyalanıyor. Bu mesajın nereden geldiğini ise kimse bilmiyor. Ama pek çok teori var, güneş ışığı ile yada deniz altındaki volkanik patlamalar sonucu oluşmuş olabilir veya bir gök taşı üstünde gelmiş de olabilir.
Başka Bir Dünyadan Gelen Gezginin Hikayesi: Mısırda İskenderiye yakınlarındaki Nakla köyünde huzurlu hayat 1911 de bir haziran sabahı ansızın alt üst oldu. Gökten birden bire taşlar yağmaya başladı. Bunlar gök taşıydı. Bu gök taşında başka bir gezegenden gelen bir mesaj yazılıydı ama okunabilmesi için 70 yıl geçmesi gerekecekti. 1976 yılında Nasa, Marsa iki adet viking uzay aracı indirdi. Bir kaç yıl sonra bilimciler Nakla gök taşındaki ve aynı guruptan diğer gök taşlarındaki gazları inceleyince çarpıcı bir benzerlik tespit ettiler.
Gök taşlarının büyük çoğunluğu asteroid parçalarıdır ama dünyada Naklaya çarpan türde bir gök taşının gelmiş olabileceği tek bir yer vardı o da Mars. 1 milyar yıldan uzun bir zaman önce Marsta bir volkan patladı, lavları soğuyup kayalaştı. 100 milyarlarca yıl sonra bu alanı su bastı, bu baskından çok sonrada Cebelitarık kayası büyüklüğünde bir asteroid Marsın yüzeyine çarparak devasa bir krater oluşturdu. Kalıntıların çoğu tekrar uzaya dağılıp güneşin yörüngesine girdi. Marsın çekim gücü parçalardan birini sonunda dünyaya çarpacağı bir yola soktu. Onun gelişi Nakla köyünü sarstı. Naklaya çarpan bu tip gök taşları gezegenden gezegene kaya gönderen gezegenler arası doğal bir ulaşım sisteminin araçlarıdır. Böyle bir gök taşı mikroskobik bir emaneti güvenle taşıyabilir. Yani yaşamın tohumlarını taşıyabilir. Pek çok gözenek ve çatlakları bulunur. Bazı mikropların uzayın elverişsiz ortamında bile hayatta kaldığını biliyoruz.
Dünyanın ömrünün ilk yarısında her bir kaç milyon yılda bir büyük asteroidler gezegeni bombalıyordu. En şiddetli darbeler okyanusları buharlaştırdı, hatta yüzeydeki kaya tabakasını eritti. Her çarpışma gezegeni yüzeyindeki yaşamı binlerce yıllığına yok edebilirdi. Ama kayalardaki fosillerden bildiğimiz üzere bu şekillenme döneminde bakteriler evrimleşiyordu.
Yaşamın tüm bu darbelere rağmen korunma sırrı ise; bir asteroid çarptığında patlama bir krater oluşturuyordu, kopardığı milyonlarca parçada uzaya fırlatılıyordu. Bu kayalardan bir çoğunun içinde canlı bakteriler vardı. Bazıları uzayda yaşayabilirdi. Dünyada kalanlar ise kavrulacaktı. Her darbeden bir kaç bin yıl sonra dünya yoğuşup okyanusları tekrar oluşturuyordu ve gezegen tekrar yaşanır hale geliyordu. Bu sırada uzaya fırlatılan kayaların çoğu güneşin yörüngesine giriyordu ve bazıları da dünyaya tekrar geri gök taşı olarak çarpıyorlardı. Böylece yaşam kaldığı yerden devam edebiliyordu.
Güneş sistemi henüz genç iken Venüs muhtemelen Dünya gibiydi. Okyanusları vardı ve belki yaşam barındırıyordu. Venüs, Dünya ve Mars asteroid çarpışmaları ile kaya alışverişi yapıyorlardı. Bazı mikroplar uzay boşluğundaki yoğun radyasyonda nasıl hayatta kalabiliyorlar? Bu koşullar Dünyada doğal olarak bulunmuyor. Belki de o mikroplar bize atalarının bir kaç milyar yıl önce uzayda aynı koşullardan sağ çıktığını anlatıyordur.
Yıldızlar Arası Yaşam: İki yıldız arası mesafe iki gezegen arası mesafeden 1 milyon kat daha fazladır. Uzay o kadar geniştir ki dünyadan fırlatılan bir kayanın başka bir yıldızın etrafında dönen gezegene çarpması milyarlarca yıl sürer. Kaçak yolculuk yapan hiç bir mikrop kozmik radyasyonda o kadar süre hayatta kalamaz, ama yaşamın bir güneş sisteminden başka bir güneş sistemine gidebileceği bir teori var.
Samanyolunun yıldızları çekim kuvveti sayesinde galaksi merkezinin etrafındaki devasa yörüngelerinde dönerler. Mesela güneşimizin tek bir dönüşü tamamlaması 225 milyon yıl kadar sürer, galaksinin çevresindeki her bir tur esnasında güneş sistemimiz her biri pek çok ışık yılı mesafe kat etmeyi gerektiren iki veya üç devasa yıldızlar arası buluttan geçer. Galaksiler Dünya üreten makinelerdir, samanyolunda bu engin bulutların sayısı 100’ün üstündedir. Gazlar ve tozlar buralarda birikerek yeni yıldız ve gezegenleri oluştururlar. Samanyolundaki gezintisinde güneşe sadece gezegenleri değil uzaklardaki trilyon tane kuyruklu yıldız da eşlik eder. Güneş sistemimiz bir yıldızlar arası bulutun içinden geçerken dev bulutun çekim gücü en uzaktaki kuyruklu yıldızları harekete geçirir. Bazı kuyruklu yıldızlar, yıldızlar arası ortama püskürtülür. Bazılarıysa içeri doğru dalar yani güneşe doğru düşerler. Bazıları da gezegenlere çarpabilirler. Bir kuyruklu yıldızın, yüzeyi kayalarla kaplı bir gezegene çarpmasıyla uzaya roket hızında parçalar gönderilir ve bu gezegende hayat varsa bu kayaların bir çoğu yolcu taşıyacaktır yani canlı mikropları. Binlerce yıl sonra dünyadan fırlayan kaya parçaları yıldızlar arası buluttaki yeni doğan gezegenlerin atmosferine gök taşı olarak düşebilir. Kaçak yolcu olan mikroplar suyla temas ederlerse dirilip çoğalabilirler. Çorak yerlere hayat bu şekilde taşınabilir. Güneş diğer yıldızların yeni doğan dünyalarına yaşam tohumlarını saçmış olarak buluttan çıkar. Yaşamın dokunduğu bu yeni dünyalar doğum bulutlarından ayrılarak kendi yollarına giderler. Sonunda kendi yıldızları da onları yeni dünyalara yaşam tohumlarını atacakları başka yıldızlar arası bulutlara taşıyacaktır. Bu sürecin dünyadan dünyaya her birinin diğerlerine yaşam taşıyacak şekilde devam ettiğini düşünün, yaşam böylece yavaş bir zincir reaksiyonu gibi bütün galakside çoğalabilir.
Varlığımızı Galaksiye Duyurmamız: 1946 senesiydi, ikinci dünya savaşı sona erdikten bir yıl sonrası. Amerikalı mühendisler aya radyo dalgaları gönderip yankısını tespit etmeyi başardılar. Bu deneye Diana projesi dediler. Türümüzün gönderdiği ilk yıldızlar arası mesajdı bu, bir çan sesiydi. Işık hızındaki bir radyo dalgasının aya ulaşması 1 saniyeyi biraz geçer, ama dalganın genişleyen cephesi aydan daha büyüktür. Dalgaların çoğu onun yanından gelip geçer. Merkez kısmındakiler ise çarparak geri döner. 2,5 saniyelik gidiş geliş yolculuğundan sonra gezegenimize çarpar. Diana projesi 4 saniyede bir güçlü radyo dalgaları gönderip ayın yüzeyini çınlattı. Ayı geçen dalgalar ise yolculuğa devam etmekte. Bu bir başlangıçtı, ikinci dünya savaşından sonra dünyanın her yerinde televizyon kanalları türedi. Diana projesinin mesajı ve 20.yüzyılın fm radyo, televizyon ve radar sinyallerinin hepsi ışık hızında dışarı yayılıyor. Bu yayınlar geniş bir radyo dalgası küresi halinde dünyadan her yöne hareket ediyor. Atalarımız tabletlere Gılgamış destanını yazıp binlerce yıl sonraya ulaştırmıştı, bizde radyo dalgaları ile mesajımızı ulaştırıyoruz. Bu dalgalar her yıl, bir ışık yılı yani 9,7 trilyon km mesafe kat ediyorlar. 70 yıldır bu dalgaları oluşturuyoruz. İlk dalgalar çoktan başka yıldızların gezegenlerine ulaşmıştır. Eğer radyo teleskobu olan bir medeniyet var ise bu frekansları yakalayabilirler. 1960 dan beri de dünya dışı radyo dalgalarını dinliyoruz ancak bir çan sesi bile yok. Ama bizim arayışımız düzensiz ve gök yüzünün belli yerleri ile sınırlı. Belki de doğru zamanda doğru yere bakamadık. Şimdiye kadar galaksimizdeki yıldızların çok küçük bir kısmını dinledik. Ayrıca bir sorun daha var, nihayetinde bizler zamanımızın ve teknolojimizin sınırlarının esiriyiz. Radyo ve televizyon yayınları teknolojik gelişmemizin kısa bir safhası olabilir yani bizim keşfedemediğimiz ve anlayamadığımız bir mesajlaşma yöntemi kullanıyor olabilirler. Daha tedirgin edici bir olasılık daha var, medeniyetler de tüm canlılar gibi şiddet, doğal nedenler yada kendi sebep oldukları zararlar yüzünden yok olabilirler. Dünya dışı zeki yaşama rastlayıp rastlamamız kritik bir soruyla ilgisi olabilir.
“Bir medeniyetin ortalama ömrü ne kadardır?”
Medeniyetlerin yok oluşu: Enheduannanın zamanında medeniyet 1000 yaşını aşmıştı, ama bu gün o şehir kurak bir çölden ibaret. Sorunlardan biri Mezopotamya şehirleri arasında süren bitmek bilmeyen savaşlardı. Ürettiklerini gün ve gün tüketti bu savaşlar. Askerleri ve zaferleri yücelttiler ama sonunda onların kurbanı oldular. Diğer bir sebep, teknik becerilerinin doğa algısını aşmasıydı. Dahiana sulama sistemlerinin beklenmeyen sonuçları oldu. Her yıl çiftlikleri sulayan su kanallarındaki su buharlaşınca geriye tuzunu bıraktı. Nesiller boyunca biriken bu tuz ekinleri öldürmeye başladı. Sonrada milattan önce 2200 yılında Enheduanna’nın döneminden kısa bir süre sonra felaket baş gösterdi. Destansı bir kuraklık onlarca yıl sürdü. Yağmurlar kesildi, ekinler kurudu, kıtlık oldu, anarşi türedi, barbar istilası başladı, bir çok şehrin sokakları cesetlerle doldu taştı. Bunun tek bir açıklaması olabilirdi, baş tanrı Enlil tapınaklarından biri yerle bir edildiği için öfkelenmişti. Mezopotamya halkının yeni yeşeren Mısır, Yunanistan, Hindistan, Pakistan ve Çin medeniyetlerini de aynı kuraklığın vurduğundan haberi yoktu. Alında olan ani iklim değişikliğiydi. 3000 yıl sonra maya uygarlığı bir asır süren ağır kuraklıklar sebebi ile altın çağında silinip gitti. Yok olan bu medeniyetlerin yansımalarını lisanımızda ve destanlarımızda hala görüyoruz. Bu gün tek bir küresel medeniyetimiz var, peki ömrü ne kadar olacak? Bir medeniyetin yok olmasına pek çok şey neden olabilir.
30 ışık yılı yakında gerçekleşen bir süpernova, kozmik radyasyonuyla ozon tabakasını parçalayarak medeniyetlerimizi yok edebilirdi. Neyseki bize yakın yıldızların süpernovaya dönüşmesine daha bir kaç yüz milyon yıl var. Yaklaşık 1 milyon yılda bir dünyada bir yerlerde bir süper volkan patlaması olur. Böyle bir patlama en son 74 bin yıl önce bu gün Endonezya toprağı olan Sumatra adasında meydana gelmişti. Tarihte görülmüş herhangi bir volkanın tek başına püskürttüğünün 100 lerce katı kaya, kül ve zehirli gaz bu patlamada açığa çıktı. Dünyanın kabuğundan fışkıran eriyik kayalar 100 km uzunlukluktaki göle dönüşmüş olan Kalderayı yarattı. Toba volkanı 2500 kilometreküpten fazla toz haline gelmiş kayayı gök yüzüne fırlattı. Batıya doğru esen rüzgarın Hindistana doğru taşıdığı volkanik küller alt kıtanın üstünü boğucu bir battaniye gibi örttü. Patlama sebebi ile atmosferin üst katmanları kükürtlü gazlarla doldu. Bunun sonucunda oluşan pus nedeni ile en az 5 yıl boyunca gün ışığı dünyaya ulaşamadı. Adeta radyasyonsuz nükleer kış gibiydi. Her yerde sıcaklık düştü. Tropik bölgelerde bile çok sayıda bitki ve hayvan donarak can verdi. Sadece az sayıda türün soyu tükendi. Üstünde bu patlamaya ait izler bulunan, taştan yapılmış jilet bulundu. Bu da o dönemdeki zorluklara rağmen bile hayatta, alet yapan canlıların olduğunu gösteriyor.
Bundan bir kaç yüz yıl sonra tehlike teşkil eden bir süper volkanın patlamadan önce enerjisini çekip kullanabiliriz. Her bir kaç milyon yılda bir dünyaya bir asteroid çarpar ve benzer etkiler yaratır. Şu an ki teknolojimizle asteroidleri nasıl önleyeceğimizi biliyoruz. Gelişini yıllarca önceden görüp bir uzay gemisi ile rotasını değiştirebiliyoruz. Belki bundan 100 yıl sonra süpernovaların bile tehlikesini azaltabiliriz.
Hastalıklar: Kristof Kolomb zamanından başlayarak Amerikayı işgal eden avrupalıların kendilerinin bile varlığından haberdar olmadığı gizli bir silahları oldu. Amerikan yerlilerinin hiç maruz kalmadığı çiçek hastalığı gibi ölümcül hastalıkların bakteri ve virüslerini taşıyorlardı. Avrupalılar yeni dünyayı mertlikleri, üstün silahları ve kültürleriyle fethettiklerine inanıyorlardı ama asıl fetihler kuzey, güney ve orta Amerikadaki tüm yerlilerin onda dokuzuna hastalık bulaştırıp onları öldüren patojen ordusuydu. Yeni dünyanın büyük medeniyetleri işgalci mikroplar karşısında mağlup oldu. Bu görünmez ordu olmasaydı Kortez ve arkasından gelenlerin hiç şansı olmayabilirdi.
Kendimizi Yok Ediyoruz: Ekonomik sistemlerimizin oluşturulduğu zamanda gezegenimiz ve onun havası, nehirleri, okyanusları, toprakları her şeyi sonsuzmuş gibi görüyordu. Dünyanın ne kadar küçük bir organizma olduğunu anlamamızdan çok önce geliştirildiler. Bir açıdan hepsi birbirine benziyor, kar odaklılar dolayısıyla kısa vadeli kazancı hedefliyorlar. İdeolojileri ne olursa olsun hali hazırdaki ekonomik sistemler, bırakın 100 bin yılı 100 yıl sonraki neslimizi bile koruyacak mekanizmalara sahip değil. Yine de bir açıdan eski Mezopotamya halklarından öndeyiz. Onların aksine biz dünyamıza olanları anlıyoruz. Örneğin dünyada 1 milyon yıldır görülmemiş bir hızla atmosfere sera gazları salıyoruz. Bilim dünyası iklimin istikrarını bozduğumuzda hem fikir. Yine de medeniyetimiz inkar halinde, bir tür felç geçirir gibi, bildiklerimizle yaptıklarımız örtüşmüyor. Zorluklara göre davranışımızı değiştirebilmek zekanın en iyi tanımlarından birisidir. Yüksek zekamız türümüzün alamet-i farikasıysa onu kullanmalıyız. Tıpkı diğer türlerin soylarını devam, genetik özelliklerini aktarmak ve bizi yaşatan doğa düzenini korumak için kendi ayırıcı avantajlarını kullandığı gibi. İnsan zekası elbette mükemmel değil ve yeni uyanmış sayılır. Tatlı dile kanması, bunalıp boğulmasının veya doğuştan gelen ve bazen mantık kılıfına bürünen farklı eğilimlere boyun eğmesinin kolaylığı endişe vericidir. Ama zekamız tek ayırıcı özelliğimiz ise onu daha iyi kullanmayı öğrenmek zorundayız. Eğer zekamızı doğru kullanırsak önümüzdeki 100 bin yılda hemen her sorunu çözüme kavuşturabiliriz.
Devasa eliptik galaksiler Florida gibidir evrendeki en yaşlı yıldızlar orada görünür. Kozmosda en çok bulunan yıldızlar kırmızı cücelerdir. 10 milyar yıllık ömrünün yarısını doldurmuş olan güneşin aksine kırmızı cüceler kendi gezegenleri için daha trilyonlarca yıl boyunca ışık ve ısı kaynağı olacaklar. Evrenin şu anki yaşından yüzlerce kat daha uzun bir süre bu. Zeki varlıklar evren algılarını genişletmek için sonsuz zamana sahip olsalar belki uzay zaman dokusunda kestirme yollar açmayı, galaksiler arasında ışık hızından daha hızlı seyahat etmeyi öğrenebilirlerdi. Sanatsal ve bilimsel deneyler kapsamında yep yeni evrenler yaratırlardı.
Gelecekte Kozmos: Bilim sayesinde akıl almaz ölçüde uzak gelecekteki bazı astronomik olayları bile ön görebiliyoruz. Örneğin güneşin ölümünü. 5 milyar yıl sonra yıldızımız ona güç veren nükleer yakıtını yani hidrojenini tüketmiş olacak ve bir kırmızı deve dönüşecek. Biraz moral bozucu ama zekamızı kullanırsak gelecekte yeni bir dünyaya taşınmış bile olabiliriz. Beşeri olaylar geleceğimiz hakkında bilimsel kanılara varmayı engelleyecek kadar fazla sayıda değişken ve belirsizlik içeriyor. Ama yinede hayal kurabiliriz, mesela insan başarısının yeni altın çağının şu an başladığını düşünün, küçük dünyamızı birbirimizle paylaşmayı öğrendiğimizi, son içten yanmalı motorun bir müzeye kaldırıldığını, iklim değişikliği etkilerinin tersine döndüğünü ve azaldığını hayal edin. Fakirliğe bağlı ölümlerin durduğunu düşünün. Gezegenimiz artık kendi kendini sürdüren ve kendi içinde iletişim kuran bir organizma olurdu. Kutup buzulları eski hallerine dönerdi. 40 bin yıl için hava tahminleri ılımlı ve güzel olurdu. En yakındaki gezegen sistemlerine yerleşmeye hazır olduğumuzda çok değişmiş olurduk. Geçen her nesil bizi değiştirirdi, gereklilikte öyle. Bizler uyum sağlayabilen bir türüz. Yıldızlar arası gemilerimizle Alfa Centavriye veya yakındaki diğer yıldız sistemlerine ulaşan biz olmayacağız. Bize çok benzeyen ama güçlü yönlerimizin daha fazlasına, zayıflıklarımızın da daha azına sahip olan, kendine daha çok güvenen, daha ileri görüşlü, kabiliyetli ve bilge bir tür yapacak bunu. Tüm başarısızlıklarımıza kusurlarımıza ve sınırlarımıza rağmen biz insanlar yüceliğe erişebiliriz. Bizim zamanımızda hayali bile kurulmayan hangi yeni mucizeler gelecek nesillerde gerçekleştirilecek ve sonrakilerde. Önümüzdeki yüz yılın ve bin yılın sonunda göçmen türümüz kendini nerede bulacak? Güneş sistemindeki ve ötesindeki pek çok dünyaya yerleşecek olan uzak bir gelecekteki akrabalarımız ortak mirasları ve gezegenlerine olan saygıları ile tek yürek olacaklar. Başka yerlerde yaşam olsa dahi evrende benzeri olmayan insanların dünyadan geldiğini he bilecekler. Kendi gökyüzülerine bakıp gözlerini kısarak mavi noktayı arayacaklar. Birikmiş potansiyelimizin bir zamanlar ne kadar hassas, çocukluğumuzun ne kadar tehlikeli başlangıçlarımızın ne kadar mütevazı olduğuna ve yolumuzu bulmak için aştığımız nice nehre şaşacaklar.
Kaynak: https://libertineoffical.blogspot.com/p/cosmos-series.html
Bir yanıt bırakın