
Sanal Dünyanın Olumlu ve Olumsuz Yanları
Herkese sevgiler
Bir yandan Metaverse’lerin VR teknolojilerinin bu kadar konuşulduğu, sanal arsaların kapış kapış gittiği bir dönemde ve Matrix filminin son serisi henüz gösterme girmişken öncelikle bu dünyanın neden sanal olduğunu düşündüğümü elbette bilim ışığında açıklayayım.

Çoğumuzun bildiği gibi aslında etrafımızda analiz ederek algıladığımız her uyarı beynimizin bir yorumu. Yani renkler, tatlar, kokular, şekiller ve hisler aslında beyninizin yorumlaması. Sizin kırmızı gördüğünüz bir rengi başka bir canlı farklı renkte görebilir. Size güzel gelen bir koku bir diğer kişiyi irrite edebilir. Beyindeki bir problem halüsinasyon dediğimiz anormal bir durum yaratır ve olmayan kişi ve nesneleri görebilirsiniz.
Daha da ilginci var!
Atomun çok büyük bir kısmının boşluktan ibaret olduğunu düşündüğümüzde ve tüm maddelerin atomlardan oluştuğunu kabul ettiğimizde aslında maddeye değil de boşluğa dokunmuş oluyoruz. Veyahut hiçbir şeye gerçekten temas edemiyoruz. Çünkü tüm atomların en dış yörüngesi negatif yüklü elektronlarla çevrili ve aynı yüklü tanecikler birbirini iteceğinden maddelerin birbirine temas edebilmesi de imkânsız oluyor. Bizim hissettiğimiz şey ise bu elektronların birbirini itme kuvveti.
Ne kadar şaşırtıcı değil mi?
Bu bilgiler “Belki de beynimiz üç boyutlu sanal gerçeklik yaratan bir makine mi?” Sorusunu ister istemez akla getiriyor.

Çok değil yaklaşık on yıl önce çoğu bilim insanı için zihin ve madde arasında bir bağlantı yoktu. Akıl metafizik dünyaya, madde ise somut dünyaya aittir fikri hâkimdi. Kuantum ve genel görelilik teorileri ortaya atıldıkça bilim adamlarının geneli maddenin gizemli taraflarını fark etti ve gördüğümüz dünyanın aslında kendi içinde var olmadığı konusunda birleşti. Çünkü kuantum teorisine göre, gözlemci yani zihin gözlenenden yani maddeden ayrılamıyor, madde bir şekilde gözlendiğini hatta gözleneceğini anlıyor ve ona göre dalga ya da parçacık gibi davranıyordu. Bu bir anlamda gerçekliğin hem gözlenene hem gözlemciye muhtaçlığını gösteriyordu.
Biri eksikse, gerçeklik silinir.
Madde sadece dalgalar, olasılık dalgaları yani enerji olarak kalır.
Bu arada geçtiğimiz hafta sosyal medyamdan da aynı soruyu yönelttim. Yaklaşık 300 kişinin katıldığı anketin sonucu şaşırtıcıydı çünkü arkadaşlarımın çoğu sanal bir âlemde yaşadığımız görüşündeydi. Sanıyorum bunda geçen ay gösterime giren Matrix filminin önceki serilerinin felsefesinin payı oldu.
Sadece Matrix mi?
Avatar, Truman Show, Seçilmiş ya da İnception gibi filmler gerçekliği sorgulayanların arasında ilk aklıma gelenler.

Hepimizin bildiği üzere teknoloji ve bilim özellikle son 50 yılda ivmelenerek ilerledi.
Mesela, önce elektromanyetik dalgaları sese çeviren radyo, ardından elektromanyetik dalgaları iki boyutlu görüntülere çeviren faks ve şimdiyse elektromanyetik dalgaları üç boyutlu görüntülere çeviren hologramın icat edildi. Günümüzde elektromanyetik dalgaları “dokunulabilen” üç boyutlu görüntülere daha fazla dönüştürebilen makineler var. Bir bilgisayarla olan samimi bir etkileşim yoluyla sanal bir gerçeklik deneyimleyebilen bir gözlemci için hayali bir ortam yaratılabiliyor. Siz de geçenlerde haberlerde görmüşsünüzdür, Güney Kore’de bir anne 7 yaşındayken hayatını kaybeden kızı ile sanal gerçekli sayesinde sık sık gittikleri bir parkta simülasyonla buluştu.

Peki, gerçekliğinden emin olamadığımız bir dünyada sanal gerçeklik bizi ne kadar tatmin edecek?
Veyahut olumlu ve olumsuz tarafları nelerdir? Gelin beraberce irdeleyelim;
Önce olumlu taraflarına bir bakalım,
Metaverse yaygınlaşmasının beş ila on yıl sürebileceğini tahmin ettiklerini söyleyen, eski adıyla Facebook yeni adıyla Meta olan şirketin kurucusu Mark Zuckerberg öncelikle Meta, dijital avatarlarımızın VR başlıkları kullanarak iş, seyahat veya eğlence yoluyla bağlantı kurduğu sanal bir dünya öngörüyor.
Dijital ve gerçekliği artırılmış sanal bir evrende hareket edebileceğimiz, teknolojinin sınırlarını zorlayacağı bu platformlar bizlere canlı konserler, konferanslar ve iş toplantıları gibi sanal dünya gezileri veya arkadaşlarımızla çalışmamızı, oyun oynamamızı ve daha pek çok sosyal aktiviteyi öngörüyorlar.
Bu sanal gerçeklik platformlarında yaşanan deneyim o kadar gerçekçi olacak ki, insanların yeme, içme, tuvalet ve uyuma gibi temel ihtiyaçları haricindeki tüm zamanını geçirdiği bir ortam halini alacak. İnsanların pek çoğu artık bu platformda para kazanacak, sosyalleşecek, arkadaşlık kuracak, hatta ilişki yaşayacak.
Bu sana gerçeklikte insanlar gerçek hayatın monotonluğundan çıkıp istedikleri kişi olabileceği sınırsız bir dünya!
Sanal ortamda bizi temsil eden avatarlarımız, istediğimiz karakter, yaratık, robot, cinsiyet olabilecek.
Sanal Gerçeklik (VR) teknolojisinin sunduğu bu imkânlara baktığınızda heyecanlanmamak mümkün değil. Sanal gerçeklikle film izleyebildiğimiz, resim çizebildiğimiz, uygulamalı eğitimler alabildiğimiz, kültürel yolculuklara katılarak deneyimleyerek tarih öğrenebildiğimiz bir ortam. Evinizin konforunda, dışarıya adım bile atmadan AVM’lerde gezerek alışveriş yapabildiğimiz, tuttuğumuz takımın maçını tribünden, en sevdiğimiz sanatçının konserini en önden izleyebildiğimiz bir dünya.
Böyle bir teknoloji sağlıklı olur mu, yan etkiler yaşanır mı?

Gerçekle sanal dünyalar birbirine karışır mı?
Açıkçası oldukça ürkütücü duruyor.
Teknoloji şüphesiz artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Ancak kendi yarattığımız teknolojinin kölesi haline gelmeden, teknolojiyi insanlığı, çevremizi, dünyamızı daha iyi ve yaşanılabilir bir seviyeye taşıyacak bir denge içinde kullanmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Pek çok uzman sağlığımızın ve ruh halimizin yakından ilişkili olduğunu düşünüyor.
Günümüzde sadece 2 boyutlu yazı yazmak, fotoğraf ve video paylaşmaktan ibaret sosyal medyalara ne denli vakit ayırdığımızı düşündükçe sanal gerçeklik insanı ürkmüyor değil.
Pek çok insan sosyal medyada olmadığı kimliğe bürünebiliyor. Gerçek yaşamında yapamadıklarını yapmaya, söyleyemediklerini dile getirmeye başlıyor. Oyun bağımlılığı tüm dünyada hiçbir zaman olmadığı kadar yaygınlaşmış durumda.
Hal böyleyken bu sanal gerçekliğin zihnimizi bulandırması, sanallık ile gerçekliğin karışacak olması, iyice kendi kabuğumuza çekilecek olmak ve bunun yaratacağı olumsuzluklar da bir yandan endişe verici.
Sanırım bu kadar belirsizliği Shrödinger’in kedisine bağlamak uygun olacak.
Ve kutu açılmadan neyin ne olacağını bilemeyeceğiz!
Yazan: Burçak YÜCE
Kaynak**
Bir yanıt bırakın