Uçan Adam Metaforundan, Sistematik Şüpheciliğe.
İçimde hissettiğim varlık hissi nereden geliyor? Neden hep var olmam gerektiğini düşünüyorum? Etrafımdaki insanlarla aynı dünyayı mı deneyimliyorum? İnsanlık, beni kandırmak için bir araya gelmiş olabilir mi? Var dediklerim, gerçekten var mı?
Bunlar insanlık tarihinin en eski ve henüz kesin cevapları verilmemiş sorulardan yalnızca bir kaçı. Antik Yunan filozoflarından, Aydınlanmacı dünyanın düşünürlerine kadar, varlık ve bilginin niteliği hakkında kafa yorup, mesai harcayan her düşünen kafa, insanı insan yapan asıl tözün ne olduğunu sormuştur. Böyle bir soruya verilen cevaplar birbirinden oldukça farklı olmakla beraber idealist ve rasyonalist gelenek olarak bilinen ana akım felsefe ekolü bu soruya Madde-Ruh ikilime ekseninde yaklaşmıştır. Felsefe tarihinde düalizm kavramıyla ifade edilen Madde-Ruh dikotomisi, ilk olarak Platon ile karşıma çıkar. İslam dünyasında Eflatun olarak da bilinen bu düşünüre göre insan, maddi bir varlık olan beden ile manevi bir varlık olan ruhun bir karışımıdır. Platon bu tinsel özün, beden içine hapsedilmiş bir varlık olduğunu ve insan öldüğünde, bir tür reenkarnasyon gibi, ruhun tekrardan hayat bulmak için yeni bir bedene girmesi gerektiğini savunur.
Ruhu bir töz ve “kuvve (potansiyel) olarak hayata sahip olan doğal bir cismin formu” olarak gören Aristoteles’e göre ise ruh kısaca bir varlığa, varlığının gereğini yapma yetisi veren özelliktir. İslam dünyasında “Muallim-i Evvel”(ilk öğretmen) olarak bilinen Aristoteles düşüncelerini şu sözüyle ifade eder: “Eğer göz bir hayvan olsaydı, görme onun ruhu olurdu. Eğer balta bir canlı olsaydı, kesme onun ruhu olurdu.” Bu genel çerçeve ve düşünsel süreci çizdikten sonra…
Nedir Bu Uçan Adam? Bir Adam Neden Uçar Ki?
İslam dünyasında, bilinen en nitelikli Türk filozoflardan biri olan ve Batılıların kendisine Avicenna ismini verdikleri İbn-i Sina, Eflatun gibi, insanın ruh ve beden ikiliğinden oluştuğunu düşünüyordu. Ona göre insanda varlık bilincini oluşturan şey, ruhun kendisiydi. Fikirlerini bir düşünce deneyiyle anlatmak isteyen düşünürümüz bunu “Uçan Adam Metaforu” ile yapmaya çalışmıştır. Gözlerimizi kapatıp bir adam düşünelim. Normal bir insan zekasında, gözleri bağlı, kulakları tıkalı, havada asılı duruyor, ne bir suyun tadını ne de bir ekmeğin kokusunu duyumsamamış, elleri ve bacaklarıyla, vücudunun diğer uzuvlarına dokunamıyor. Kısacası, bize bilgi taşıyan 5 duyu organını kullanamayan bir insan… Böyle bir kişinin neler düşünüp, hissedebileceğini hayal etmeye çalışan İbn-iSina’ya göre, bu kişi sadece bir yerlerde var olduğunu bilebilir. Ancak sadece varlığını hissedebilen bu durumdaki biri için, nerede olduğu, bir bedene sahip olup olmadığı, bulunduğu yerde tek mi olduğu ya da başka varlıkların etrafında olup olmadığı ve en nihayetinde kendisinin neye benzediği gibi soruların cevapları olmayacaktır. Bu düşünce deneyinin bir sonucu olarak İbn-i Sina, bilincimizi ve varlığımızı, bedenimizden bağımsız olarak, ruhumuzla hissettiğimiz sonucuna varır.
Sistematik Septisizm
Felsefi bir kavram olan septisizm, kısaca, varlık ve bilginin kesinlik ve doğruluğuna karşı duyulan şüphe ve kuşkuyu ifade eder. Bildiklerimizin gerçek olduğundan nasıl emin olabiliriz? Kesin doğrulara ulaşmak mümkün müdür? Duyu organlarımız bizi aldatıyor olabilir mi?
İlk olarak antik Yunan’da Sofistler olarak bilinen bir grup filozofun ortaya attığı bu sorular, zamanla felsefenin en çetrefilli ve işin içinden çıkılmaz soruları haline geldi. Sofistler, bilinen hiçbir bilgin asla kesin olmayacağını, bilgilerin kişiden kişiye göreceli olarak değiştiğini savunuyorlardı. M.Ö 4. yüzyılda yaşamış Sofistlerin en ünlü filozoflarından biri olan Gorgias, Sofist düşünürlerin fikirlerini şu motto cümleyle ifade etmiştir: “Hiçbir şey yoktur, olsa da bilinemez, bilinse de bir başkasına aktarılamaz.
İlk defa kesin bilginin imkanına dair Sofistlerin sormuş olduğu bu kadim sorular, felsefe tarihi boyunca yeniden sorulmuş, her usta düşünür kendisine göre bir cevap arayışında olmuştur. Bu düşünürlerden birisi de şüphesiz Fransız filozof René Descartes’tir. Sofistlerin başlattıkları bu şüpheci tavır, varlık ve bilginin kesinliği peşinde koşan, bildiği her şeyi matematiksel bir kesinlik kadar net bilmek isteyen ve modern dünyanın en önemli mimarlarından biri olarak kabul edilen Descartes’te sistematik bir hâl aldı. Böylece düşünürümüz, dünyadan, insanlardan ve nihayet kendisinin fiziksel varlığından dahi şüphe ederek, bildiği en kesin şey olan ve içinde hissettiği varlık bilincini temel alarak düşüncelerini geliştirmiştir. Descartes, Ruh-Beden düalizmi konusunda, kendisinin selefi olan Platon ve İbn-i Sina’dan etkilenmek suretiyle insanın bir ruh ve bedenden oluştuğunu düşünür. Descartes, kendisinden yaklaşık 600 yıl önce yaşamış olan İbn-i Sina’nın uçan adam metaforuna benzer bir şekilde insanın içinde bir varlık hissi olduğunu ve bu varlık hissini duyu organlarından bağımsız olarak algıladığını düşünür ve ona göre bu varlık hissinin kaynağı ruhtur. İnsanların, zihinlerini okuyamadığı ve onların bilinçlerine sahip olamadığı için, sadece kendi varlığından emin olabilen Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” diyecek ve böylece taşlardan döşenmiş bir yol olarak hayal edebileceğimiz düşünce geleneğine kendi taşını koyacaktır. Tüm bu anlatılanlar bize, felsefe ve düşünce geleneğinin dili, dini ve ırkı olmayacağını, insanlığın kültür mirasına hizmet etmenin en büyük insanlık onuru olduğunu göstermektedir.
Yazan: Mustafa İMAMOĞLU
Kaynak**
Kaynak***
Kaynak****
Bir yanıt bırakın